Adı:

Milay

Soyadı:

KÖKTÜRK

Ünvanı:

Doç.Dr

Röportaj Konusu:

Felsefe Kulübü Röportajı

Röportajı Yapanlar:

Birol SOYSAL, Veysel ÖZSALMAN

 

  • Felsefeyi seçmenizdeki temel etken nedir?

      Bu sorunuza “felsefeyle tanışınca çok sevdim, tam bana göre bir bölüm ve alan diye düşünüp tercih ettim; felsefe okumayı çok istemiştim” şeklinde cevap veremeyeceğim. 

      Bizim üniversiteye girdiğimiz yıllarda çok da seçici değildik. Bu, biraz şimdiki gibi bilgilenme imkanlarının geniş olmayışından biraz da istihdam problemi yaşanmamasından kaynaklanmaktaydı. Şöyle söyleyeyim: Nasıl olsa öğretmen olmayacak mıydık? Evet… O halde öğrenmek ve öğretmekten hoşnut olacağımız alanlardan biri olsun da, hangisi olursa olsun! İşte bu düşünceyle, tercih formuna, bir önceki yılın puan sıralamasına göre, nerdeyse tüm sosyal bölümleri yazdım. O zamanlar yirmi dört tercih yapabiliyorduk; felsefe tercihim en sondaydı. Yani ben, en düşük puanlı, en son tercihime girdim… Demek ki çılgınlar gibi çalışan, daha yükseği hedefleyen bir öğrenci değilmişim.

       Peki, buradan, felsefeyi tesadüfen seçtiğim sonucu çıkar mı? Hayır. Yukarıda da söylediğim gibi, tercih ettiğim okuyabileceğim alanlar arasında felsefe de vardı. Hatta felsefe epeyce ilgi çekiciydi benim için. Ama olmasaydı, muhtemelen eksiklik hissetmezdim. Tabii şu şartla; felsefeyi derinlemesine tanımayacağımı var sayarsak.

       Felsefeyi tanıdıktan sonra ise diyorum ki, eğer felsefe okumamış olsaydım, yaşama dünyasında hep “eksik varoluş sahibi bir birey” olurdum. Bu ifademden, felsefe bölümlerinin ve felsefe eğitiminin çok mükemmel ve muhteşem bir şey olduğu sonucu çıkarılmamalı… Pekala felsefe eğitimi insanı olumsuz da etkileyebilir. Herkes eğitim gördüğü alandan “kendine özgü unsurlar” alır. Neyi nasıl aldığımız ayrı bir konu… Herhangi bir bilgi dalının bize kattığı veya bizim ondan aldığımız ilke ve ideler neler ise, onlara göre bir tavır geliştiririz; yaşama dünyasında onlara göre etkinlik gösteririz. Eğer “felsefenin mesajı”nı şimdiki duruş noktam itibarıyla aldığımdan farklı  şekilde almış olsaydım, aynı şeyi söyleyemez, yani “felsefe okumamış olsaydım eksik varoluş sahibi birey olurdum” diyemezdim.

  • Felsefe eğitiminin yaşamınız üzerindeki etkisinden bahseder misiniz?

       Bunu birkaç cümleyle ve kesin şekilde ifade etmek zor. Daha doğrusu, felsefe eğitimi almamış halimi tasarlayamadığım ve tasarlayamayacağım için, “yaşama dünyasındaki duruşum felsefe eğitimi aldığım için böyle” diyemem. İnsanın, yaşama sürecinde belli bir noktaya geldikten sonra, uzak geçmişte bir noktaya –mesela üniversite hayatına- geri dönüp  yaşanmış geçmişi iptal ederek kendini yeniden ve farklı şekilde inşa etmesi, farklı bir duruş seçmesi mümkün değil. Elbette kendinizi, kendi kuşağınızın felsefe eğitimi almamış bireyleriyle karşılaştırabilirsiniz; bu size kendiniz hakkında “bir fikir” verir. Bu fikir, kendinizi diğer bireylerden farklı ve üstün görmenize yol açan veya bunu anlatan bir kavrayış anlamına gelmez. Öyle olursa bu zaten kendini beğenmişlik olur. Eğer “felsefe eğitimi beni ayrıcalıklı kıldı” derseniz, kendini beğenmişliğinize kılıf bulmuş olursunuz. Oysa her insan ayrıcalıklıdır, biriciktir ve özeldir. Bu bakımdan, kendinizi felsefe eğitimi almamış olanlarla karşılaştırdığınızda kendiniz hakkında çıkaracağınız sonuç, sadece bir “durum tespiti” olabilir ve öyle olmalıdır. Çünkü felsefe eğitimi almış olanların daha asil ve erdemli insanlar olduğuna dair bir iddia öne sürülemez. Böyle bir şey yok. Felsefe eğitimi alanlar arasında, tıpkı diğer bilgi alanlarında olduğu gibi, en sefil insanlar kadar en asil insanlar da vardır. Felsefe, insanı bilgeliliğin ve erdemliliğin zirvesine çıkartan, insana değdiği anda onu değişip dönüştüren sihirli bir değnek, insanı yeniden inşa eden sihirli sözler demeti değildir. Felsefe bir “sözler toplamı”dır. Felsefe eğitimi alan da yaşama dünyasının içindeki insandır.

       Hani bazen “entelektüel romantizm” kokan ifadelere rastlarız; mesela “bir kitap okudu ve hayatı değişti…” gibi. Yok öyle bir şey. İnsanlık tarihinde, kendini okuyan zihinleri birdenbire değiştirecek bir kitap henüz yazılamadı. Yazılamaz ve yazılması da gerekmez. Böyle bir kitap, insanlığın geleceğine ipotek koymak demek olur. O zaman şöyle söyleyebiliriz: Her bilgi bizi bir şekilde etkiler. Onun anlam dünyasını içselleştiririz. Bazen bardak dolar ve son damla damlayınca taşar. Bahsettiğim entelektüel romantizmin dayanak noktası aslında budur. Biz zaten belli bir zihinsel gelişme ve değişme katetmekteyken bir bilgi alanı, bir kitap, bir başka mesaj bizi derinden etkiler. Yani insanın zihinsel yapısında öncesiz ve temelsiz değişim-dönüşümler olmaz. Zaten belli bir eğilim sahibiyizdir, bilgilendikçe bu eğilimimiz netleşir, sistemli hale gelir. Dolayısıyla, sorunuzu bu çerçevede cevaplamam gerek.

       Felsefe eğitiminin yaşantımdaki etkisini şu şekilde görüyorum: Herhangi bir sorun, kavram ya da olgu karşısında, hemen bir görüş geliştirmeden önce, sanki içimdeki bir ses bana şöyle talimat veriyor: “Dur, önce anla, farklı açılardan bak ve kılı kırk yararak çözümle, sonra düşün ve genel bir sonuç çıkar.” Bunu her konuda ve her zaman tam derinlikli yaptığımı iddia edemem. Ama içimdeki bu sesi duyuyorum. Bu ses, felsefi bakışın sesi olsa gerek!

       Bu, felsefenin genel niteliği ve mantığıyla da uyuşuyor. Felsefe yapmaktan amaç kılı kırk yarıcı şekilde çözümlemek, tüm boyutlarıyla kavramak ve ardından bütüncül bir bakış açısına yerleşmek değil mi? “Felsefe yapmak” terimiyle tamamen teorik bir etkinliği kastetmiyor muyuz?

       Aslında felsefecileri -tabii kendimi değil gerçek felsefecileri ve filozofları kastediyorum- farklı kılan, bu içteki sese kulak vermeleridir. Çünkü bu ses bizi anlık ve yüzeysel kavrayıştan uzaklaştırır. Bu ses önyargılardan kurtulmayı gerekli kılar. Her ne kadar insanların büyük çoğunluğu önyargılara şiddetle karşı çıksalar da, bunda pek samimi değildirler. Niye bunu yaparlar? Çünkü önyargılar kendilerinden önce birileri tarafından lanetlenmiştir ve onlar da kendilerini bu lanetli şeyden uzak olmak zorunda hissederler. Çoğunlukla ise -bir düşünürün ifadesiyle- “kendilerini sıcak tutan önyargılar”ı giyinmekten geri durmazlar.

       Peki önyargılar çok kötü şeyler midir? Hayır, bunlara en baştan  “kötü” demek de bir önyargıdır. Belki de bu önyargılar, nereden geliyorlarsa eğer, “iyi” değerler içeriyorlardır; bunu henüz bilmiyoruz ve açığa çıkarmamız gerekir.  Kaldı ki sosyalleşme sürecinde bize tembih edilenler birer önyargıdır bizim için. Mesela çocukken annem bana “sakın kimsenin bir şeyini çalma” dediğinde, ben bunu baştan doğru olarak kabul ederim… Bana yaşama dünyasında bir eylem biçimi sunan ve beni ona  zorlayan bir önyargı elbisesi giymiş olurum. Onları bir kenara bırakmak demek, tüm zihin içeriklerimizi, ailemizin, toplumun, insanlık dünyasının bize kazandırdıklarının tümünü sıyırıp atmak demektir. Bu, hiç de olması gereken, anlamlı bir zihin eylemi değildir. Çünkü bunu yapan insan, tüm değerlerinden de vazgeçmiş insandır. Yani annemin çocukken bana yaptığı bu tembihi “bu bir önyargıdır” deyip bir kenara mı bırakmalıyım?

       Tam karşıt açıdan bakalım… Bu önyargı denilen şeyler tamamen erdemli kabuller bütünü müdür? Hayır. Pekala temelsiz ve gerekçesiz kabul anlamına gelen bu yargılar, yaşama dünyasında “firavunca bir tutum” almamıza da neden olabilir; birçok saplantılı davranışa yol açabilir. Öyleyse onları önyargı kategorisinden çıkarmamız gerekir.

       Görüldüğü gibi, burada bir ikilem var. O halde ne yapmak lazım? Tüm kabullerimizi, -ön yargı veya son yargı fark etmez- tüm yargılarımızı yeniden gözden geçirmeli, onları temellendirmeliyiz. Felsefi sorgulama bunu gerektirir, tüm zihin içeriklerimizi iptal etmeyi ve yeni bir zihin şeması oluşturmayı değil. Bu içe dönüşlü faaliyet, bu düşünüş, bizi, temellendiremediğimiz ve akılcı zemine oturtamadığımız kabullerimizi bir kenara bırakmaya veya yeniden düzenlemeye zorlar. Sonuçta yeniden şekillenen zihniyetimiz artık önyargılardan değil, akılcı ve reel temele dayanan kabullerden oluşmuş hale gelir. Dünyaya bakışımız, dünya görüşümüz değişmeyebilir; değişmek zorunda da değildir. Ama bu zihinsel işlemle, “kendimize özgü dünya görüşümüz” tekamül eder. Bu ise hem insan hayatının,hem toplum hayatının gelişip güzelleşmesine yol açar.

       İşte felsefenin bana bunu, yani önyargıların sıcak tutan elbisesinden kurtulup tüm yargılarımı yeniden gözden geçirme eğilimi kazandırdığını düşünüyorum. Yalnız bir şeyi daha ifade etmem lazım… Buraya kadar söylediklerim, felsefenin sanki sadece bireyin zihin dünyasını güzelleştirmeye yaradığı ve rolünün sadece ondan ibaret olduğu şeklinde anlaşılmamalıdır. Bu yeniden gözden geçirme işlemine aynı zamanda “bütüncül, deruni  ve çok yönlü kavrayış” eşlik etmelidir. Dünyada tek birey biz değiliz. Dünya sadece bizim etrafımızda dönmez. Doğru sadece bizim doğrumuz değildir. Tüm kabullerimizi yeniden gözden geçirme işlemi işte bize bunları da fısıldar. Yani felsefi bir bakış salt öznel veya ben-merkezli olamaz. Bu da insanı, evrendeki her şeyi “umursamaya” sevk eder. Hiçbir şey ilgi alanımızın dışında kalamaz. Her bilgi belki de hakikatten bir parça taşıyordur.  Her birey pekala bir hakikat seslendiricisi olabilir.

       Böyle bir temel kabul, bitmek tükenmek bilmeyen bir öğrenme-bilgilenme isteği doğurur. Bu istekle yüklü bir bilinç asla tatmin bulmaz. Bu bilinç yaşama dünyasında veya varlık aleminde olup biten her şeyi merak edip kavramaya çalışır. Ama bilgi çöplüğü manzarası doğuracak şekilde değil, sistemli ve düzenli bir bilinç olarak. Bu bilinç, işte o zaman, hayatın gerçekten kısa olduğu anlar. Çünkü öğreneceği şeyler çok, zamanı ise kısıtlıdır.

       Kendim açısından şöyle özetleyebilirim… Bir şeyleri öğrenmekten, birilerinin bakış açısına vakıf olmaktan, ardından da kendimce bir kavrayış geliştirmekten büyük mutluluk duymaktayım. Mesela kitaplar arasında saatlerce vakit geçirebilirim.. Bu kavrayışımı başkalarına ifade edebildiğimde -yani yazıya dökebildiğimde- mutlulukların en güzelini yaşarım. Varsın birileri beğenmesin, varsın kimse okumasın. Hatta varsın baştan başa kusurlu olsun! Felsefi ilgi pratik bir karşılık beklememeyi gerektirir.  

       Şu husus da belirtip bu konuya nokta koyacağım… İnsanlığın bilgi dünyasıyla, sayısız zihnin ürettiği bin bir incelikle dolu fikirlerle karşı karşıya geldiğiniz zaman, aslında hayat denilen şeyin zevk-ü sefa sürmekten ibaret olmadığını, hatta “sadece dünya nimetlerinden pay almaya adanmış bir hayat”ın ne kadar anlamsız olduğunu da kavrarsınız. Dünyanın size ihtiyacı yoktur. Siz insanlar arasında özel ve ayrıcalıklı değilsiniz. Bir gün hayata veda ettiğiniz ve aradan uzun yıllar geçtiği zaman, “sanki hiç var olmamış gibi” olacaksınız. Hani dedenizin dedesi nerede? O insanlar da dünyada güzel hayat sürmeye çalıştılar. Ama hiçbiri ve hiçbir şey kalıcı olmadı… Kalıcı olanlar, sadece insanlığa iyi ve güzel mesaj veren kişi ya da eserler oldu. Elbette herkes bir Aristoteles, bir Farabi olacak değildir. Bu yolda isimsiz işçiler olmak da güzeldir. Genel anlamda eğitimciliğin, öğretmenlik ya da öğretim üyeliğinin en güzel yanı da budur. Bir insana yeni bir ufuk açabilmek, bir insanın bakış açısına iyilik ve güzellik yolunda bir katkıda bulunabilmek… Felsefenin mesajını tam olarak algıladığınızda, işte “ömür”e de böyle bakarsınız. Diğer taraftan, her şeyin farkına varmaya çalıştıkça, herkesin göremediğini görmeye çabaladıkça, olumlu olanlar kadar olumsuz olanları da algılarsınız ve bu zihninizi hiç de sükunet limanı haline getirmez; tam tersine, dalgalı denize döndürür. Bunları bilmekten dolayı derin bir ızdırap duyarsınız. Ama bu ızdırap bile kendi içinde başka türden bir mutluluk taşır. İnsanlığın en büyük muzdaripleri en mutlu insanlardır. Bu ızdırabı çekmek lazımdır. “Dolu” bir hayat, zevk-ü sefa ayinlerinde kendinden geçmek değil, “yüksek anlam taşıyan” kalıcı bir şeyler yapmaktır.

        Eğer alabilirseniz, felsefenin bu mesajı verdiğini görürsünüz.

  • Felsefe bölümü öğrencilerinin altyapısından memnun musunuz?

      Üç tür öğrencimiz var… Birinciler, gerçekten bilerek, isteyerek felsefeyi seçmiş olanlar, ikinciler “o da olabilir o da olabilir” diye tercih yapıp bilgisayarın felsefeye gönderdikleri, üçüncüler de “boşta kalmayalım, bir üniversite okuyalım” deyip yolu hasbelkader felsefeye düşenler.

       Öncelikle şunu söyleyeyim; öğrencilerimiz bizim üniversiteye girme mücadelemizden daha yoğun bir mücadele veriyorlar. Üniversite eğitimi konusunda daha bilinçli ve bilgililer. Okullar, arkadaşlar, dershaneler… Bunların hepsi bilgilenme kaynağı ve bu kaynaklar çok çeşitli. Kendi öğrenciliğimizle karşılaştırayım… Mesela lisede bizim üniversite sınavı diye bir problemimiz, sınavı kazanamazsak ne olacak diye bir endişemiz yoktu. Çünkü üniversite ile fakültenin ne olduğunu bile tam ayırt edemiyorduk. Üniversite diye bir yer vardır, sınava girilir, herhangi bir yer ya kazanılır ya kazanılmaz…. Bu kadar. Bu bilgisizlikte, hocalarımızın ihmalkarlığının payı çok büyüktür. Drshaneler yaygın olmadığı için, oralara gitmek ve bilgilenmek bizim için çok çok lükstü. O, zengin çocuklarının yapabileceği bir şeydi. Ben üniversiteye, -hiç unutmuyorum- Arı Dershanesinin yayını olan “Genel Yetenek” adlı test kitabını çözerek hazırlandım, o kadar. Bizim kuşağın hemen hepsi aynı durumda olduğu için, yarışta geri kalmadık. Ama daha iyi olabilirdi. Bazen geriye dönerek düşünüyorum; bazı hocalarıma hakkımı helal etmiyorum. İyi bir okulda kötü bir eğitim… Örnek vereyim: Ben eşit ağırlık puanıyla –ki eşit ağırlık puanı nedir, o tarihte bilmiyorum- öğrenci alan bir bölüme yerleştim; ama hiç matematik sorusu yapmadım. Şimdiki Ales’e benzeyen “genel yetenek” sınavının puan gruplarına etkisi yüksekti; bu vesileyle kazandım. Bizi bu konuda bilgilendirmeyen, öğretmeleri gereken bilgileri öğretmeyen hocalarımız gerçekten vebal sahibidir. Yalnız bir şeyi ifade etmem gerek: Okul bünyesinde durum böyleydi, fakat bizler çok fazla okurduk. Edebiyat, ekonomi, fikir dünyası, Türkiye, dünya vs.. Her şeye ilgi duyar, her şeyi öğrenmeye çalışırdık. Bizi başarıya taşıyan bu oldu.

       Öğrencilerimiz bilgilenme bakımından bizden daha iyi durumda. Hatta karşılaştırılmayacak kadar iyi durumda. Ama bir sorun var; o da, sosyal-fikri ya da kültürel konulara ilgisizlik… Sizler çok iyi test çözüyorsunuz, bize göre çok iyi matematik sorusu cevaplıyorsunuz. Velakin muhakeme etme, düşünüp taşınma ve bunları ifadeye dökme noktasında çok kötü durumdasınız. Suçlu da belli; eğitim sistemi. İyi de eğitim sistemi bu saydıklarımı, okumayı, zihnini geliştirmeyi engellemiyor ki! Mesela ben üniversiteye geldiğimde, neredeyse tüm klasikleri –Türk ve Dünya Klasiklerini- okumuş, onlar hakkında bir kanaat sahibi olmuştum. Öğrencilerimiz ise bu eksiği üniversite sıralarında kapatmaya çalışıyor. Dolayısıyla üniversite eğitimi sürecinde, almaları gereken felsefi mesajı almakta geç kalıyorlar.

       Eğer öğrencilerimiz daha lise yıllarında kitapların sihirli dünyasını keşfedip o dünyaya girebilirlerse, inanıyorum ki bizim öğrenciliğimizden çok daha başarılı bir öğrenme süreci yaşarlar. Bunu bazı öğrencilerimizde görüyoruz. Lise yıllarında bu tanışıklığı tesis edebilen öğrencilerimiz, diğerlerine göre açık ara önde oluyorlar. Sonuç olarak söylemem gerekirse; bu çağların felsefe öğrencisi, altyapı bakımından bizden daha iyi durumda. Bunu, öğrencilerimizin daha sonraki süreçte gösterdikleri performans, katettikleri gelişme de gösteriyor. İlk başta saydığım üç tür öğrenciden son iki gruptakiler, gerçekten öğrenci olduktan sonra –ki bu, genellikle 3. sınıfa denk düşer- “evet, felsefe okuduğum için gerçekten şanslıyım; yeniden üniversiteye girmek gerekse yine felsefe okurum” diyebiliyor.

       Bizler bu altyapıya karşı sorumluluğumuzu yerine getirmeye büyük gayret gösteriyoruz. Öğrencilerimizin önüne tarihsel süreci, toplumsal dünyayı, her şeyi koymaya; onları olabildiğince bilgilendirmeye -bilgi yüklemeye değil, muhakeme edecekleri bir ufuk açmaya- gayret ediyoruz. Bunda da başarılı olduğumuzu düşünüyorum. Öğrencilerimizin ruhen büyüdüklerine tanık oluyoruz. Halbuki ruhsal gelişim, ileri yaşlarda, gözlenmesi pek de mümkün olmayan bir gelişimdir. En az başarılı öğrencilerimiz de dahil olmak üzere, hepsi için şunu söyleyebilirim. Buradan aldıkları diploma, onların gerçekten yetkinlik kazandığını gösteriyor.

  • Türkiye’de Felsefe bölümü mezunlarının avantajları ve dezavantajları sizce nelerdir?

 
      Sorunuzu sırf felsefe mezunları çerçevesinde değil, genel olarak üniversite mezunları bakımından cevaplamak gerek… Türkiye’de neredeyse bütün alanlarda bir istihdam sıkıntısı var. En az sıkıntı çeken Eğitim Fakültesi mezunlarının epeyce ir kısmı için de bu sorun söz konusu.

      Türkiye’nin kaynakları, şu veya bu nedenlerden dolayı hep tüketiliyor. Terör, siyasal istikrarsızlık, iç çatışmalar vs vs. Bunların tümünün, yatırıma yönelmesi gereken kaynakları tahrip edici etkisi var ve Türkiye, bunu neredeyse kırk-elli yıldır yaşıyor. Artan nüfusa paralel yatırımlar -reel ekonomi ya da eğitim alanındaki yatırımları, yani yatırımların tümünü kastediyorum- yapılamadığı için, bu sıkıntı son kırk-elli yılın kötü mirası olarak, bugünkü kuşakları vurmuş durumda. Bu bakımdan, sadece felsefe mezunlarına özgü avantaj veya dezavantajlardan söz etmek gerçekçi olmaz.

      Şöyle söyleyebilirim: Artık üniversite okuyacak kişilerin, mutlaka okudukları alanla ilgili meslek icra etmeleri gerekmiyor. Üniversite eğitimini bir meslek eğitimi olarak görmekten yavaş yavaş uzaklaşmak lazım. Gelişmiş ülkelerde üniversite eğitimi ile meslek icrası arasındaki paralellik % 30’lar civarındaymış… Bir ankette okumuştum. Dolayısıyla öğrencilerimiz yaşama dünyasında varlığını sürdürebilmek için artık yeni projeler geliştirmeli, farklı meşguliyet alanları aramalıdır.

  • Türkiye’de felsefi alanda yapılan akademik çalışmaların niteliği hakkında ne düşünüyorsunuz?

      Bu sorunuz, nerdeyse yüz yılı aşan bir zaman dilimini değerlendirmeyi gerektiriyor ki, buna ne bu mekan müsait, ne de bu değerlendirme birkaç cümleyle yapılabilir… Dolayısıyla şunları ifade etmek mümkün; Türkiye’de felsefi nitelikli çeviri ya da telif eser üreten herkes, bu ülkede felsefe geleneğinin oluşmasında bir pay sahibidir. Felsefe geleneği akademik dünyada teşekkül eder. Dışarıdan -yani başka bir deyimle “alaylı”- felsefeci pek de katkıda bulunamaz felsefeye. Bunun nedeni, felsefenin yan uğraş, bir hoş zaman meşguliyeti olmaması, yoğunlaşmayı zorunlu kılmasıdır. Fakat felsefi üretim insana hayatını sürdürmesini mümkün kılacak bir para kazandırmaz. Bu yüzden, felsefeci akademisyen olmaya adeta mecburdur. Bir de tabii güncel hayatın pek de içinde olmayan ve olması gerekmeyen felsefi düşünce, ancak akademik dünyada, yani bilinen bir deyimle “fildişi kulede” üretilebilir. Akademisyen felsefeci -yani mektepli- zorunluluğu, kendi üretimleriyle ayakta duramayan felsefeciler için bir varolma mekanıdır; ama aynı zorunluluk, felsefenin doğasını, olmazsa olmazını oluşturan özgür ve eleştirel düşünmeye engel de teşkil “edebilir.”

       Bir zamanlar felsefe alanının büyük hocaları vardı… Kendilerine şükran borçluyuz. Güçlü kalemlerdi de! Bir yandan bakınca, önemli çalışmalara imza attılar; diğer yandan bakınca çok az eserin mevcut olduğu felsefe alanında, onların her üretimi bir ilk oldu. Fakat onlar sınırlı bir yekûn teşkil ediyorlardı. Felsefede her şey onlardan sorulmaktaydı. Onlar kendi çizgilerini sürdürecek nitelikte ve yeterli sayıda akademisyen yetiştirmediler. Onlar sahneden çekildiğinde felsefe dünyamızda bir süre durgunluk yaşandı. Bizim kuşağın akademisyenleri ise şartları zorlaya zorlaya yetişip bugüne geldiler. Sayıları da çok fazla. Bu, olumlu bir durum. Yani felsefedeki akademik camia bundan yirmi-otuz yıl öncesine göre daha iyi durumda. Bunun en önemli göstergesi, tüm felsefe bölümlerinde yapılan lisansüstü tezler ve yayınlanan felsefi eserler… Felsefe literatürü yirmi-otuz yıl öncesine göre çok zengin durumda.

       Bir husus daha var… 1984 yılında Türkiye’de ilk defa “Felsefe ve Sosyal Bilimler Kongresi” bizim üniversitemizde düzenlenmişti. Son sınıftaydım ve tüm kongreyi izledim. O zamanın önde gelen tüm felsefecileri gelmişlerdi. İlginçtir, kongre tam bir politik hesaplaşmaya sahne olmuştu. Yani o felsefeciler kuşağı, 1980 öncesi Türkiye şartlarının çok fazla etkisinde kalmış ve belli bir politik duruşa angaje olmuştu. Şimdiki kuşak daha az politize durumda gibi görünüyor. Akademik çalışmalara bakıldığında, bir felsefe geleneği oluşturma yolunda ilerliyoruz.

  • Türkiye’nin içinde bulunduğu şartlarda felsefecilere düşen görevlerin neler olduğunu düşünüyorsunuz?

      Bugünkü toplumsal durumumuz karşısında, sadece felsefecilere düşen görevlerden söz edilemez. Herkese, kendini bu ülkeye mensup hisseden, geleceğini, çocuklarının geleceğini bu ülkede gören ve bu ülkede kurmak isteyen her aydına düşen görevler aynıdır ve birininki diğerininkinden önemsiz değildir. Her aydın, kendi bilim ve bilgi alanı çerçevesinde, bu sorumlulukla etkinlik göstermelidir. Bu ülkenin bilim ve bilgi dünyasını şenlendirmek için çabalamalıdır.

      Fakat felsefecilerin etkinliği, diğer bilim alanlarından nitelik olarak farklıdır. Mesela felsefe, güncel problemlere çözüm üretme zemini değildir. Yukarıda da belirttiğim gibi, felsefe teorik-kurgusal bir etkinliktir. Felsefeci sırf güncel olana saplanıp kalmaz. Ama güncele sırtını da dönmez. O, genel ve bütüncül, temellendirilmiş bir kavrayış peşindedir. O, bunu ötekilere “sunar.” Özellikle insan dünyasındaki olgular tek yönlü ve tek biçimli olmadığı için, her farklı bakış açısı ve bu bakış açısının yazıya dökülmüş hali bu ülkenin kültür ve düşünce dünyası için bir zenginliktir. Bu üretimlerin olabildiğince çok olması, ülkede entelektüel kültürün oluşumu anlamına gelir.

       Felsefecilerin ortaya koyduğu düşünceler, bilim alanlarındaki gibi “doğruların vaaz edilişi” olarak görülmemelidir. Felsefeci bir akıl peygamberi, insanlığa kesin doğrular sunan mübarek şahsiyet değildir. Tüm hakikatler felsefecilerden soruluyor da değildir. Ama felsefeci, öteki akıllara kendi kılı kırk yarıcı çözümlemelerini sunan, böylece bilgi ve kavrayış zenginliği oluşturan entelektüel bir şahsiyettir.

      Bu noktada, memur-akademisyen ile entelektüel-akademisyen arasındaki farka dikkat çekmem lazım. Memur-akademisyen, tıpkı genel idare hizmetlerinde olduğu gibi, klasik görevlerini yapan kişidir. O, suya sabuna dokunmaz. Üniversiteler bu akademisyen tipinin elinde yüksek liselere dönüşür. Oysa üniversiteyi gerçekten üniversite yapan, entelektüel-akademisyendir. O, özgürce konuşur, insani ve toplumsal sorumluluklarının bilincinde olarak, kendi penceresinden temaşa ettiklerini ötekilerle paylaşır; suya sabuna dokunur. İfade özgürlüğü sorununun yaşandığı ortamlarda da, gözüne sabun köpüğü kaçması riskini de göze alır. Onun yaptığı bu iş, entelektüel çaba ve “yüksek kültür” üretimidir. İşte gerçek felsefeci entelektüel akademisyendir. O, ister Türkiye’nin bugünkü şartlarında olsun, ister gelecek zamanlarda oluşacak başka şartlarda olsun, yüksek kültür üreticisi olmalıdır. O, bu coğrafyanın düşünsel ikliminden beslenerek, kendi kültür dünyamızın mesajını felsefi bir formda, ülkesine ve insanlığa sunmalıdır.

      Felsefeci kendi kültür coğrafyasında bunu yapmadığı zaman, tüm problemler, tüm tartışmalar politize olup kısırlaşır ve kavga konusu haline gelir.

      İnsanlığa kendi kültür dünyanızın mesajını, ilkeleriyle, değerleriyle, sistematik ve bütüncül şekilde, temellendirilmiş fikir yapıları/sistemleri halinde sunabilirsiniz. Bu, kendi kültür dünyanızın propagandasını yapmaktan başka bir şeydir. İnsanlık dünyasındaki kavrayış çeşitliliğine, iç derinlik taşıyan fikirlerle katılmaktır.  Felsefeci bu yönüyle ilkelilik ve erdemlilik savaşçısıdır.

  • Felsefeyle ilgilenen ve bu işi profesyonel olarak yapan insanların toplumun gözünde farklı bir yere sahip olmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?


      Bu farklı yer nedir? Eğer “farklı yer” kavramından, felsefeciler hakkındaki olumsuz yargılar kastediliyorsa, bu yargılar büyük ölçüde gündemden kalkmıştır. En fazla, “felsefeciyim” veya “felsefe okuyorum” diyenlere, diğerleri tarafından -halk dilinden bir ifadeyle söyleyelim- “konuşuk olsun” diye yöneltilen bir söylemdir o kadar!

      Şayet bu “farklı yer”den kastedilen, felsefeyle uğraşanların seçkin konumu kastediliyorsa, böyle bir şey yoktur, olması gerekmez ve olursa da yanlış olur. Hiç kimse toplumda kendine seçkin bir yer talep edemez. Yaşama dünyasında “protokol kuralları” geçerli değildir. Tabii ben bunu, özgürlükçü toplumsal ortam için söylüyorum.

      Eğer toplumsal dünya birilerinin, seçkinlerin saltanat mekanıysa, yüzü topluma dönük her bilgi alanı ve bu alan mensupları kendilerine “seçkinlik” talep eder ve bu “farklı yer”i adeta ipotek altına alır. Bu, geri kalmışlığın tipik göstergesidir. Tabii zihniyet anlamında geri kalmışlığın…  Açık toplumda böyle bir kategorileştirme, böyle bir konumlama olamaz. Bu açık toplum kavramı ve olgusu her ne kadar liberallerin icadı veya eseri gibi görünse de, aslında toplumsal durumlar arasında, bugün ulaşılan en olumlu “toplumsal durum”dur.

 

Tüm Hakkı Saklıdır - PAÜ Felsefe Kulübü © 2007 - FelsefeKulubu@pamukkale.edu.tr
Site Tasarim ve Kodlama Osman TUTUM ( OsSy )