LEİBNİZ:
Leibniz, bir filozof için bile sıradışı sayılabilecek çapta bir dahiydi. Ondan daha önce bulmuş olmasına karşın, ondan bağımsız olarak kalkülüsü buldu ve yine Newton’dan önce yayımladı. Matematikçiler bugün Newton’un değil Leibniz’in notasyonunu kullanmaktadırlar. Kinetik enerji kavramını da Leibniz buldu. Buluşunu yayımlamamakla birlikte, matematik mantığını da yine Leibniz buldu. Eğer yayımlamış olsaydı, bu alan yarım yüzyıl daha ileride olurdu. Leibniz bütün zamanların en büyük matematikçilerinden biri olmasının yanında, en etkili olmuş filozoflardan biriydi. Leipzig Üniversitesi’nde görev yapan bir ahlak felsefesi profesörünün oğluydu. Henüz öğrenciyken 21’inde profesörlük teklifi alacak kadar göze batmıştı. Fakat, bir hayat adamı olmak istediğinden bu öneriyi geri çevirdi. Meslek yaşamının büyük bölümünü, bir saraylı, diplomat, kütüphaneci ve Hannover Düklerinin hizmetinde bir aile tarihçisi olarak geçirdi (Düklerden biri raslantı eseri İngiltere Kralı I. George oldu). Bütün bu sıfatlarla yolculuklara çıktı. Bu yolculuklar ve yayımlanmış yazıları (yaşlandığında ihmal edilmiş ve unutulmuş olsa da) Leibniz’in herkesin tanıdığı, hayranlık duyulan bir sima haline gelmesine neden oldu. Fakat bütün bu süreçte gizli gizli çalışan Leibniz, yaşarken yayımlanmayacak eserler ortaya çıkardı. Yazarkenki düzensizliğini dokunaklı bir dille anlatır: “Bir şey yapıyorum, sonra birkaç ay içinde neredeyse tamamen unutuyorum; ayıklamaya zaman bulamadığım sayfalar arasında kaybolduğumda, her şeye yeniden başlamam gerekiyor”. 7
TEMEL AYRIM: Biri bize “kapı komşularım kızıl saçlı bir adamla onun şişman karısıdır” derse, bu tamamen doğru olabileceği gibi aynı şekilde doğru da olmayabilir. Bunu kanıtlamanın tek kesin yolu, yanda (sözgelimi siyah, sarı saçlı ya da dazlak değil de) kızıl saçlı bir adamın yaşayıp yaşamadığını, (sözgelimi zayıf bir eşin ya da eşsizliğin tersine) şişman bir karısı olup olmadığını ve yandaki evde sadece bu ikisinin oturup oturmadığını belirlemek için dikkatli bir araştırma yapmaktır. Fakat, bize “yandaki komşum bekar ve şişman bir karısı var” denirse, bu önermenin yanlış olduğunu ortalığı ayağa kaldırmaya gerek duymadan biliriz. Bunu kanıtlamak için araştırma yapmaya gerek yoktur; çünkü “bekar”, evlenmemiş adam demektir; dolayısıyla, yandaki komşu hem bekar hem de eşli olamaz. Bu önerme kendi içinde çelişkilidir, o nedenle doğru olması olanaksızdır. Leibniz, bütün hakikatlerin mutlaka bu iki mantık türünden birine ait olduklarını ileri sürdü. Ya belli bir önermenin doğru ya da yanlış olduğunu bulmak için olguları incelememiz gerekir ya da önermenin, kendi kullandığı terimlere göre doğru ya da yanlış olduğu durumlarda olguları incelemeden bir hükme varabiliriz. İkinci türdeki önermelerin doğruluğunu , dışlarına bakmadan, bizzat onları çözümlemek suretiyle belirleyebileceğimiz için, felsefe tarihinde bu tür önermelere “analitik önerme”, diğerine de “sentetik önerme” adı verilecektir. Bu iki terim bugün yaygın olarak kullanılmaktadır.
Matematik Mantık: Eğer yayımlasaydı matematik mantık üzerine yazdığı eserin önemi çok büyük olurdu; çünkü, bu eser, matematik mantığı yaklaşık yüzelli yıl önce Leibniz’in kurduğunun kanıtı olacaktı. Ancak, Leibniz’in bu alanın öncüsü olduğu Frege ile Russell’a kadar kabul edilmedi.
Bu ayrım, üç yüz yıldır ince ince işlenerek geliştirildi ve Leibniz ile Kant arasındaki dönemde ortaya çıkan ampirik felsefe geleneğinin, daha sonra da Kant’ın felsefesinin merkezi haline geldi ve 20. yüzyılda da Mantıksal Pozitivizm’e temel oluşurdu. Hiç olmazsa bu ayrımı iyi anlayan bir felsefe öğrencisinin çabalarının boşa gitmemiş olduğu söylenir. Zamanla, bütün mantığın ve matematiğin analitik önermelerden, ampirik dünyayla ilgili bütün bilgilerimizden, ampirik dünyayla ilgili bütün bilgilerimizin de sentetik önermelerden oluştuğu kabul edildi. Bu, her iki tür bilginin tasarımlanma ve edinilme tarzını derinden etkiledi. Bu ayrımın aynı zamanda önemli olumsuz sonuçları da vardır. Analitik açıdan doğru olan bir önermenin reddedilmesi kendisiyle çelişir, dolayısıyla doğru olması olanaksızdır. Oysa sentetik açıdan doğru olan bir önermenin reddedilmesi kendiyle çelişmez; o, doğru da olabilecek ya da olmayabilecek bir başka sentetik önermedir. O yüzden, birincisi olasısızdır, ikincisiyse olası.
KALKÜLÜS: 1676’da Leibniz Londra’yı ziyaret etti ve Isaac Newton’ın çevresinden matematikçilerle yaptığı tartışmalar, daha sonra infinitesimal kalkülüsü kendisinin mi yoksa Newton’ın mı bulduğu konusunda bir çekişmenin doğmasına yol açtı. Leibniz kendi sistemini 1684’te, Newton ise (gerçi daha önceki çalışmalarıyla ilişkilendirmiş olsa da) 1687’de yayımladı. Royal Society 1711’de Newton’dan yana karar verdiyse de bu tartışma gerçek anlamda çözüme kavuşmadı.
Buradan hareketle Leibniz, modern felsefeye alternatif olası dünyalar kavramını soktu. İnsanın her elinde altı ya da üç parmağın bulunması tamamen olasılık dahilindedir; ancak, aynı anda hem altı hem de üç parmağa sahip olabileceğimiz olası bir dünya yoktur. Dolayısıyla, her ikisi de olası olmakla beraber, bir olasılığın gerçekleşmesi, diğerinin gerçekleşmesini önler. Bu, bizi “uyumlu olasılık” –birbiriyle bağdaşmayan olasılıklara karşı, bağdaşan olasılıklar –kavramına götürür. Bir dizi uyumlu olasılığın toplamı, olası bir dünya oluşturur ve böyle sonsuz sayıda uyumlu olasılıklar dizisi vardır. Leibniz, Tanrı’nın (elbette olası olması şartıyla) bu dünyayı seçerek yarattığına, fakat kusursuz bir varlık olarak en olası dünyayı yaratmayı seçtiğine inanmaktaydı. Özgür iradenin, dolayısıyla zulmün ve kötülüğün de bulunduğu bir dünya, özgür iradenin bulunmadığı bir dünyadan daha iyidir. Kusursuz bir varlık olan Tanrı’nın neden bunca kötülüğün olduğu bir dünya yarattığının açıklaması budur.
“Ruh Yok Edilemez Bir Evrenin Aynasıdır” GOTTFRIED WILHELM LEIBNİZ
Kandid (1759) romanında Voltaire, olası dünyaların en olası olanında her şeyin en olası olduğunu söyleyen budalaca iyimser filozof Pangloss karakterine benzettiği Leibniz’i alaya almıştır. Gerçekten nefis çizilmiş taklitlerin çoğunda olduğu gibi, Kandid’de de Leibniz’e hiç de adil davranılmamıştır; çünkü, Leibniz’in sözlerinin gerisinde ciddi bir noktanın bulunduğundan hiç bahsedilmemiştir.
YETERLİ NEDEN: Leibniz’in felsefeye getirdiği bir başka düşünce, “yeterli neden” ilkesi diye bilinir. Konu olan her şey için, onun konu olmasının bir nedeni olmalıdır der Leibniz. Eğer sözkonusu hakikat analitikse, dışsal gerçekliğe başvurulmadan, ister mantıksal ister matematiksel ister tümdengelimsel kanıtlamanın başka bir biçimiyle; ya da konu anlam içeriyorsa, tanımlara; ya da bir oyunda veya adetleri olan bir uğraş alanında olduğu gibi bir kuralın yönettiği bir etkinlikse, kurallara ya da adetlere başvurularak ispatlanabilir. Eğer hakikat, olgusal bir durum içeren sentetik bir hakikatse, bu durumda yeterli nedenler, zorunlu sonucu bu özgül durumu yaratmak olan fiziksel nedenlerdir. Şimdi, herhangi bir şeye uygun bir açıklama getirmek, onun için geçerli olan yeterli nedeni ortaya koymak demektir. Dolayısıyla, özgür bir durumda, öncelikle onun hangi türden bir hakikat olduğunu belirtmemiz, sonra bu tür bir hakikate uygun türden yeterli nedenin ne olabileceğini araştırmamız gerekir. Bu formülasyon, araştırmacılara o zamandan beri kullandıkları bir yöntem ilkesi sundu.
Leibniz, pek çok bakımdan şaşırtıcı ölçüde modern bir düşünürdü. Önceki düşünürler, maddeyi hareketsiz ve hareketi de, bu hareketsiz maddenin bir tür itme sağlayarak neden olduğu bir şey olarak görürlerken, Leibniz hareketi –ya da herhalükarda etkinliği veya etkinlik eğilimini –maddenin doğasına içkin bir şey olarak gördü. Aslında, maddeyi nihai olarak oluşturan parçaların, maddi değil, etkinliğin maddi olmayan merkezleri olduğu kanısındaydı.
Bugün biz bütün maddenin enerjiye indirgenebilir olduğunu biliyoruz: Bu açıdan Leibniz’in düşünceleri şaşırtıcı bir öncü niteliğe sahiptir. Fakat 17. yüzyılda insanlar, etkinliğin maddi olmayan merkezlerinden söz ederken ellerindeki yegane sözcükler, akıl, tin ya da ruhla ilintiliydi. Bu da Leibniz’in kendini ifade ederken ne denli zorlandığını gösterir. Leibniz maddeyi oluşturan etkinlik eğilimli noktaları, boşluktaki noktaları dolduran bilinç noktaları olarak gördü. Bunlara “monad” adını verdi ve her şeyin bunlardan meydana geldiğine inandı. Bütün monadları kendi içlerinde boşluksuz olarak gördüyse de, yelpazenin en alt ucunda inorganik maddeyi meydana getirenlerden, her biri bir monad olan insan aklına, daha sonra da yine bir monad olan Tanrı’ya kadar çok değişken yoğunluklarda olduklarını düşündü. Her monad, gerçekliğin geri kalanıyla ilişkili bir bakış noktasıdır; her biri bir dünyadır. Bu açıdan, monadlar etkileşmezler; örneğin insanların bilinci birbirine benzemez; Leibniz, bizim için “penceresiz” der. Fakat, Tanrı biz monadları aynı dünyada birlikte yaşamak üzere yaratmıştır; bu anlamda, herkesin ve her şeyim birlikte var olabileceği şekilde bir uyum taktir etmiştir. Bu “önceden saptanmış uyum” ifadesi, Leibniz’in sistemini anlatırken kullanılan en genel terim halini aldı. Leibniz, filozofların filozofu olarak tarif edilebilir. Eserlerinin çoğu, eğitimsiz okurlar için fazla tekniktir; fakat, diğer filozoflar üzerinde muazzam bir etki yaratmıştır.
Etik Görüşü: Herşeyin Tanrı tarafından önceden kurulmuş bir uyuma bağlı olduğu bu düzende özgürlüğe yer yok gibi görünmektedir. Leibniz’e göre, bu evrende herşey mekanik bir zorunluluğa tabidir. İnsan da bu düzenin ayrılmaz bir parçasıdır. Onun mekanist doğa anlayışında, insan başlangıçta ayarlanmış bir yaşamın kendini açığa vurmasından başka bir şey değildir. Öyleyse, insan yaşamındaki her şey önceden belirlenmiştir. Determinist bir etik görüşü benimseyen Leibniz için özgürlük, insanın bu durumun, yani söz konusu zorunluluğun bilincinde olmasından meydana gelir. Öte yandan, Leibniz’e göre, insan için gerçek hayat akla dayanan, entelektüel faaliyetle belirlenen bir hayattır. İnsan için gelişme, bulanık ve belirsiz düşüncelerden doğru düşüncelere yükselme, potansiyel güçleri gerçekleştirme anlamına gelir. İnsan güçlerini gerçekleştirdiği zaman, varlıkların gerçekte niçin oldukları gibi olduklarını anlar. İnsan yaptığı şeyi niçin yapmakta olduğunu bilir. İnsan için özgürlüğün anlamı budur; özgürlük irade, seçme özgürlüğü olmayıp, insanın gelişmesi ve böylelikle kendisindeki ve evrendeki zorunluluğun tam olarak bilincinde olmasıdır. Temel erdem de bilgeliktir.
Ahmet Cevizci, Paradigma Felsefe Sözlüğü